1.5 ile 2 derece küresel ısınma arasındaki fark

Neredeyse tüm taraflar 1.5 derece hedefine bağlı.  Bu, küresel ısınmanın sanayi öncesi dönemlere kıyasla maksimum 1,5 derece ile sınırlandırılması gerektiği anlamına geliyor.
1.5 derece ile 2 derece küresel ısınma arasındaki fark önemli.  Örneğin, aşırı hava olaylarının sıklığını, biyolojik çeşitliliği ve deniz seviyesinin yükselmesini etkiler.  Böylece daha az aşırı sıcaklık, daha az şiddetli yağmur olayı, daha az kuraklık.  Aynı zamanda şu anlama geliyor: artan su kıtlığına maruz kalan %50’ye kadar daha az insan, 2050 yılına kadar iklim değişikliği nedeniyle birkaç yüz milyon insan daha az yoksulluk riskiyle karşı karşıya.
Ancak şu anda, 2030 yılına kadar 1,5 derecelik küresel ısınmaya ulaşılabilecek ve ardından sıcaklık artmaya devam edecek gibi görünüyor.  Bu hala değiştirilebilir.  Ancak bu, sera gazı emisyonlarında hızlı ve ciddi bir azalmayı gerektirir – mevcut planların sağladığından daha hızlı ve daha güçlü.

(Kaynaklar: IPCC (sr15, ar6)

İ#İklim krizi # 1Komma5Grad #IPCC

En çevreci, sağlıklı ve tasaruflu ulaşım aracı – BİSİKLET –

Bisiklet, artık gelişen teknoloji sayesinde büyük gelişmeler kaydetmiş çok yönlü mucizevi bir  araç. 21 vitesli, otomatik vitesli, elektrik motorlu, fonksiyonel ve hafif bisikletlerle bisiklet sürmek daha da keyifli hale geldi. Bugün bisiklet, gelişmiş ülkelerde çevreyi, insan sağlığını, ekonomiyi, atmosferi korumanın en önemli araçlarından biri haline geldi. Artık modern yaşamda bir kısa mesafe (5-6 km) ulaşım […]

En çevreci, sağlıklı ve tasaruflu ulaşım aracı – BİSİKLET –

KÜRESEL ISINMA REKOR KIRMAYA DEVAM EDİYOR

Kasım 2020, hava durumu kayıtları başladığından bu yana türünün en sıcak ayıydı.

Geçen ay küresel ısı rekoru birkez daha kırıldı. AB Dünya gözlem programı Copernicus’un Pazartesi günü açıkladığı gibi, hava durumu verileri kaydedilmeye başladığından bu yana en sıcak Kasım ayı oldu. Kasım 2020, 1981’den 2010’a kadar olan 30 yıllık ortalamadan 0,8 derece daha sıcaktı.

Eylül’den Kasım’a kadar olan sonbahar ayları için, Avrupa’da sıcaklıklar referans dönemin 1,9 derece üzerindeydi. Eylül 2020 aynı zamanda türünün en sıcak dönemiydi.

Copernicus İklim Değişikliği Araştırma Servisi başkanı Carlo Buontempo, “Bu kayıtlar, küresel iklimin uzun vadeli ısınma eğilimiyle uyumludur” dedi. 2020 yılı şimdiye kadar 2016 rekor yılı ile hemen hemen aynı oldu.

Buontempo, “Tüm siyasi karar vericiler bu kayıtları alarm zilleri olarak görmeli ve 2015 Paris Anlaşması’nda belirtilen uluslararası taahhütleri en iyi şekilde nasıl yerine getirecekleri konusunda her zamankinden daha ciddi düşünmelidir” diye uyardı. Paris İklim Anlaşması, küresel ısınmanın sanayileşme öncesi döneme kıyasla iki derecenin çok altında ve mümkünse 1,5 derece ile sınırlandırılmasını öngörüyor.

Plastik Ambalajlar ve Tek-Yönlü Kullanılan Plastik Ürünler AB Ülkelerinde Yasaklanıyor

İnsan vücudunda da plastik bulunmuş.

Yapılan bir araştırma ile bir grup insan, belirli bir zaman diliminde naylon ambalajlarda saklanan yiyeceklerle besleniyorlar. Bir müddet sonra yapılan incelemede insanların vücudunda naylon maddelerine rastlanıyor. Böylelikle naylonun doğadan sonra insanda da yol açabileceği felaket bir kez daha görülüyor.

Avrupa parlamentosu epeydir gündemde tuttuğu konunun üzerine süratle giderek yeni bir düzenlemenin yolunu açıyor. Buna göre plastik tabak, içme kamışı, kulak çöpü gibi ürünler 2021 yılına kadar yasaklanacak.

“Yeni düzenleme, başka bir maddeden üretilebilecek tek kullanımlık plastik ürünlerin 2021 yılına kadar Avrupa Birliği’nde (AB) tamamen yasaklanması öngörülüyor.

AP, yasak kapsamında olmayan plastik ambalajlar ve bardakların kullanımının 2025 yılına kadar yüzde 25 azaltılmasını talep etti.

AP, Avrupa Komisyonu’nun yasak kapsamına almak istediği ürünlerin listesini de genişletti. Buna göre, özellikle ayak üstü yiyecek satan lokantalarda sıklıkla kullanılan polistiren köpük ve strafor kapların da yasaklanması istendi. Bunun yanı sıra, plastik içeren sigara filtrelerininin sayısının da 2025’e kadar yüzde 50, 2030’a kadar da yüzde 80 oranında azaltılması talep edildi.

AP’de kabul edilen tasarıda, plastik şişelerin de ayrıca toplanması öngörülüyor. AB’ye üye ülkeler 2025 yılına kadar plastik şişelerin yüzde 90’ının geri dönüşümünü sağlamakla yükümlü olacak. Yeni satılan ürünlerde kullanılan plastik şişelerin de en az yüzde 35’inin geri dönüşüm ile üretilmiş olması isteniyor.“

Türkiye gider Mersine, eller gider tersine…

“Türkiye gider Mersine, eller gider tersine”: Akkuyu/Sinop… – Fikret Başkaya

Bildergebnis für fikret baskaya
“Herhangi bir yere termik santral mi kurulması, yoksa fidanlık mı yapılmasına yöre halkı değil de, “uzmanlar” ve “bilim adamları” karar verdiği sürece, bilim ve teknolojinin bir baskı ve sömürü aracı olarak kullanılmasının önüne geçilemez”.*

Akla, mantığa, izana, hukuka, insana, doğaya mugayir bir tesis neden kurulur? Cevap belli değil mi? ‘Politik ve ekonomik çıkarların bir gereği’ olduğu için… Bu yazının yazıldığı saatlerde Putin’le Erdoğan Akkuyu’da kurulacak nükleer santralin temelini Sarayda atıyorlardı… Moskova’da da atılabilirdi… Modern teknoloji öyle bir şeye imkân verdiğine göre… Artık ele kürek almak gerekmiyor… Bu santralin kurulmasının hiç bir haklı gerekçesi yok. Büyük yıkımlara, zararlara neden olacağında da tek şüphe yok… Yöre halkına rağmen kuruluyor. Hiç bir itiraz dikkate alınmıyor, hiç bir tartışmaya izin verilmiyor… Polis devletinin marifeti olarak gerçekleşiyor…

Bu santral tamamlandığında, tüm reaktörler devreye girdiğinde Türkiye’nin elektrik enerjisi ihtiyacının %10’unu karşılayacakmış… İnsana, doğaya, topluma verilecek zararlar ve yıkımlar için de bir rakam, bir oran verebilirler mi? Onulmaz olumsuzluklar içeren  bu tesis kimim için ne anlama geliyor? Nükleer enerji lehine ileri sürülen gerekçelerin bir anlamı ve inandırıcılığı var mı?

Fosil yakıtların küresel ısınmaya neden olduğu, nükleer enerjininse temiz bir enerji olduğu söyleniyor. Eğer mesele sera etkisi yaratan gaz emisyonunu azaltmaksa, nükleerden daha az gaz emisyonu yaratan güneş enerjisine neden yatırım yapılmıyor? Nükleer enerji Türkiye’nin dışa bağımlılığını azaltacak mı, artıracak mı? Santrali Ruslar kuruyor, onlar işletecek, reaktörü çalıştırmak için gerekli uranyum dışardan ( Nijerya, Kazakistan, Kanada) ithal edilecek ve uranyum rezervleri sınırlı… Almanya nükleer santralleri kapatıp, güneş enerjisine geçerken ve daha şimdiden enerjinin önemli bir bölümünü güneşten sağlarken, bir güneş ülkesi olan Türkiye neden pahalı bir yatırımı tercih ediyor? Unutulmasın, bir proje ne kadar büyükse kâr da o kadar büyüktür… Siz son dönemde “büyük projelerin” neden ‘moda’ olduğunu sanıyorsunuz?

Neden her seferinde daha çok enerji üretmek akla geliyor da enerji tasarrufu hiç akla gelmiyor? Sokaklar bile yazın soğutuluyor, kışın ısıtılıyor… Bu hovardalığın, bu israfın ne anlamı var? Eğer ciddi bir enerji tasarrufuna girişilse, belki şu anda kullanılan enerjinin yarıya yakınını üretmeye gerek kalmazdı. Tabii santralin finansmanı için harcanacak 20 milyar dolar da yenilenebilir enerjilere harcanabilirdi…

Öyle bir şey bu aşamada mümkün değil, zira enerji özelleştirilmiş durumda. Daha çok kâr etmek için her seferinde daha çok üretmek ve tüketmek şart!.. Oysa daha az enerji tüketerek bu günkünden daha iyi yaşayabiliriz.
Bir saçmalık da nükleer enerjinin istihdam yarattığıyla ilgili… Neymiş efendim reaktörler devreye girdiğinde 3500 kişiye, inşaat aşamasında da 10.000 kişiye iş imkânı sağlayacakmış…  Oysa, enerji tasarrufuna girişilse ve yenilenebilir enerji tercihi yapılsa, bunun çok üstünde istihdam yaratmak işten bile değildir… Şu an itibariyle bile Avrupa’da yenilenebilir enerjiler nükleerden 5 kat daha fazla istihdam yaratıyor…

Çok büyük bir tehlike de nükleer atıklarla ilgili. Bu santraller radyoaktif artıklar üretiyor ve bunları etkisizleştirmek sanıldığından çok daha zor… Etkileri yüzlerce, binlerce yıl devam ediyor… İnsan sağlığı açısından çok büyük riskler söz konusu… İnsani, teknik ve atmosferik kaza riskinin de dikkate alınması gerekiyor… ABD’de Three Miles Island, Rusya’daki Çernobil, Japon’da Fukişuma, yüzlerce kazadan bir kaçı sadece… Türkiye’nin her türden kazalar konusundaki sicili de malûm… Aslında her şey apaçık ortada ama görmek için göz lazım. Mersin’de ve Sinop’da inşa edilecek reaktörler, havayı, suyu (iki denizi), toprağı zehirleyecek… Akıl almaz bir doğal çevre tahribatına neden olacak… Velhasıl tam bir gaflet ve dalalet durumu…

Aslında nükleer santrallere bir başka nedenle de karşı çıkmak gerekiyor: Bu santraller büyük güvenlik önlemleri gerektiriyor. Dolayısıyla santrallerin kurulduğu alan bir tür askeri alan haline geliyor. Halka ve halk denetimine kapatılıyor. Mesela Sinop Nükleer Santrali için 10 milyon metrekare alan- ki bir fikir vermek için bu alan 1415 futbol sahası kadar- halka kapatılacak… Her iki santral Akdeniz’in ve Karadeniz’in ısısını artıracak ve canlı yaşamını olumsuz etkileyecek… Balıkçılığı, tarımsal üretimi zora sokacak… Güzelim doğa politik/ekonomik/jeopolitik çıkarlara feda edilecek…

Bunca olumsuzluk, muhtemel riskler ve yıkımlar söz konusuyken; nükleerde ısrarın bir nedeni daha olmalı… Ya da bir çok ülke neden nükleer santralleri ‘vazgeçilmez’ sayıyor? Hiç bir zaman dillendirilmeyen o neden şu: Nükleer, atom bombasıalanına giriyor. Güçlü bir devlet olmak için nükleer silaha sahip olmak şart deniyor…  2026 yılında enerji ihtiyacımızın %7,7’sini karşılayacak olan Akkuyu Nükleer Santrali, tüketim talebinin aynı şekilde artacağı düşünüldüğünde 2030 yılında ihtiyacın %6,3’ünü, 2040 yılında %3,9’unu karşılayacağı görülmektedir.

“Akkuyu Nükleer santralinin 4800 MW güç ile Türkiye’nin elektrik ihtiyacının %10’unu karşılayacağı söyleniyor. 2016 yılında çalışsaydı, Akkuyu’nun üretimi toplam elektrik üretiminin %13’ü, toplam enerji tüketiminin ise %2,3’ünü oluşturacaktı.

Ama sorun enerji ihtiyacındaki payı değil. Çünkü zaten bugün 85 bin MW kurulu güç var ve 50 bin megawatt saati aşmayan bir tüketim var. Yani bugün Akkuyu faaliyete geçse, 2017’de atıl olan 35 bin MW’dan fazla kapasiteye 4 bin 800 MW daha eklemiş olacağız. Doğru olan enerji ihtiyacımızın %10’unu karşılaması değil, atıl kapasitemizi %10 arttırması…”

Sivil araştırmalar da askeri amaçların hizmetine sunuluyor. Ve nükleer santraller bazı silahların üretimi için gerekli olan plütonyum üretmeyi mümkün kılıyor… Yukardaki rakamlar asıl amacın sadece enerjiyle ilgili olmadığının, politik/ stratejik kaygıların da söz konusu olduğunun bir göstergesidir. Zira, toplam elektrik enerjisi ihtiyacını %3,9’u devede kulaktır… Nükleer enerji yüksek teknoloji demek, dolayısıyla büyük sermaye gruplarının sanayinin belli kesimlerini denetim altına almalarına imkân veriyor. Bizimki gibi ülkelerin nükleer enerji tercihi yapmalarında nükleer lobilerin rolü de önemsiz değildir…

Başkaları nükleerden çıkmanın çarelerini ararken, Türkiye’nin böyle bir maceraya girişmesi son derecede anlamsız ve rahatsız edici. Lakin bu ülkede rasyonalitenin gereği olan, akla uygun pek bir şeyler yapılmadığı dikkate alınırsa, bu tersine gidişin de “şeylerin normal hali” sayılması şaşırtıcı değil!

Bu saçmalık bu gün değilse de, fazla geç olmadan ama mutlaka durdurulmalıdır… Bunun için bilgilenmeyi, bilinçlenmeyi ülke sathına yaymak, yeni bir politikleşme yaratmak, dahası bu durumu bir fırsata dönüştürmek bizim irademizi aşan bir şey değil…BAŞARABİLİRİZ…

* Söylendiğine göre, Nobel Ödüllü profesör Aziz Sancar, Akkuyu Nükleer Santraline destek vermiş… Uzmanın, uzmanlığın aslında neye yaradığına dair iyi bir örnek.

Bu makale: http://ozguruniversite.org/2018/04/03/turkiye-gider-mersine-eller-gider-tersine-akkuyu-sinop-fikret-baskaya/ sitesinden alıntdır

22 Mart “Dünya Su Günü”.

Bugün günlerden 22 Mart “DÜNYA SU GÜNÜ”

Dünyanın her yerinde 22 Mart’ta, “Dünya Su Günü” kutlanıyor. Birleşmiş Milletler’in içilebilir su kaynaklarının korunması ve çoğaltılması amacıyla ilan ettiği “Dünya Su Günü”nde su kaynaklarının azalması endişe verici bir boyuta ulaştı.

Waternet, resmi verilerden derlediği araştırmasında, temiz su kaynaklarının yok olmasıyla dünyayı bekleyen tehlikeyi ortaya çıkarıyor.

2030 yılında su sıkıntısı çekmesi beklenen ülkeler arasında Türkiye de bulunuyor.

Rapordan dikkat çeken detaylar şöyle:

– Son 100 yılda dünyada su tüketimi 10 kat artarken, kişi başına düşen su miktarı yarı yarıya azaldı.

– Sanayileşme, çarpık kentleşme, nüfus artışı ve atık su sorunu nedeniyle temiz suya ulaşmak gittikçe zorlaşırken, dünya nüfusunun yüzde 20’si içilebilir temiz sudan mahrum.

– Dünyada 748 milyon kişi, bir başka deyişle her 10 kişiden biri güvenilir suya erişemiyor.

– Düşük ve orta gelirli ülkelerde, sağlık tesislerinin 1/3’ü güvenilir su kullanamıyor.

– Dünyada 470 milyonu aşkın kişi su kıtlığı çeken bölgelerde yaşarken, her yıl başta çocuklar olmak üzere 10 milyon kişi sudan kaynaklanan salgın hastalıklar sebebiyle hayatını kaybediyor.

– 2030 yılına kadar küresel su talebinde yüzde 55’lik bir artışın yaşanması beklenirken, söz konusu yılda mevcut su kaynakları toplam su talebinin yalnızca yüzde 60’ını karşılayabilecek.

Su doğada sonsuz ve sınırsız olmadığından dolayı, varolan tatlı su kaynaklarını korumamız için, evlerde rahatınızı bozmadan da birçok olanaklarla su tasarruf edebiliriz.

Su tasarruf ederek hem çevremizi korumuş, hem de atık su temizliği için maddi giderimizi azaltmış oluruz.

21 – 26 Mart Orman Haftası

Tabiat ozanımız Aşık Veysel’i ölümünün 45. yıl dönümünde saygıyla anıyorum.

Aşık Veysel “Orman” isimli eserinde, ormanın biz canlılar için ne kadar önemli olduğunu dile getirmiş.

Faydalarını saymakla bitiremeyeceğimiz Ormanlarımızın değerini çok iyi bilmemiz lazım.

Her yıl 21-26 Mart arası Dünya Orman Haftası olarak kutlanan bu günleri vesile bilerek, ormanların değerini anlamak için, birkaç dakikamızı ayırarak biraz araştırma yapılabilir diye düşünüyorum…

Nasıl bir dünyada yaşamak istersiniz?

Önümüzdeki yıllarda nasıl bir dünyada yaşamak istersiniz?

“Umurumda değil!” diyebilirsiniz.  “Ben yaşadığım kadar yaşadım.  Bundan sonrasından bana ne?”  Kabul, öyle olsun.  Ama eğer gençseniz nasıl düşünürsünüz?  Ya da çocuklarınız, torunlarınız ileride iyi yaşasınlar istiyorsanız, ne dersiniz?  Aşağıdaki grafikte dört olasılık var.  Birini ya da ötekini seçmek bizlerin elinde.  Daha doğrusu, bizim seçip yetki verdiğimiz politikacıların ve onlarla içli dışlı olmuş büyük firmaların.

Konu, sera gazı salımı ve bunun getirdiği, getirmekte olduğu, ileride getireceği küresel ısınma.

Grafiği açıklayalım.  Aşağıda, yatayda yıllar var.  1970’ten 2050’ye kadar uzanmışlar.  Düşeyde de milyar ton cinsinden dünyanın tamamındaki yıllık sera gazı salımı.  Karbon dioksit miktarına dönüştürülmüş olarak.

Kırmızı çizgi geçmişten bugünlere gerçekleşmiş yıllık salım miktarlarını veriyor.  Durmadan artarak yükselmiş.  Küresel ısınmayı tetikleyerek.

Daha sonrasında ise önümüzdeki dört seçenek görülüyor.  En yukarıdaki sarılı çizgi “Hiçbir önlem alınmazsa ne olabilir?” sorusuna ışık tutuyor.  Yani yıllık sera gazı salımı olduğu gibi, keyfince artarak devam etse…  O zaman küresel ısınma (yüzyılın sonunda) 4,8°C gibisinden bir değer kazanacak.  Yani dünya cehennem gibi olacak; yaşanmaz bir durum belirecek.

Yeşilli çizgi ise tam iki yıl önce, Aralık 2015’te 195 ülkenin Paris’te imzaladığı antlaşma gereği söz verilmiş olan sera gazını azaltma çabalarının (bugün mevcut uygulamaların ışığında) mümkün sonucunu veriyor.  İyi güzel de, bu durumda küresel ısınma (gene yüzyılın sonunda) 3°C’ye ya da 3,2°C’ye ulaşıyor.  150 yıl önceki duruma göre.  (Kıyaslamalar hep bu tarihe göre yapılıyor, çünkü dünyanın tamamını içeren sistemli ölçümler o zaman başlamış.)

Geldik mavili çizgiye.  Bu, “Yıllık salımı öylesine azaltalım ki, küresel ısınma 2°C’nin altında kalsın.” isteğini yansıtıyor.  Yani gaz salımını durmadan azaltarak küresel ısınmayı iyice frenleyelim.  Aralık 2015 toplantısının temel hedefi aslında buydu.  Bilim dünyası küresel ısınmayı mutlaka bu değere indirme zorunda olduğumuzu söylüyor; daha fazlasının felaketler getireceğini belirtiyor.  Ülkeler de antlaşmayı alkışlayıp, imza basıp, coşkulu nutuk attıkları zaman bu düzeye inmeyi kabul ettiklerini ileri sürmüşlerdi.

Gene Paris toplantısında “2°C iyi güzel, ama aslında yeterli değil.  Konuyu garantiye bağlamak için biraz ek çaba gösterelim de 1,5°C’ye yönelelim.” denmişti.  Bu isteğe her ülke kafa sallamıştı.  Bu hedefi yaratması gereken salım miktarlarını da morlu çizgi simgeliyor.

Bu noktada aklınıza yeşilli çizgiyle ilgili bir soru takılabilir.  “Ülkeler Paris toplantısındaki imzalarına uygun çaba gösterselerdi artış 2°C olacaktı.  Bu çizgi şimdi niye 3°C’den söz ediyor?”  Yanıtı çok basit.  Çünkü ülkeler son iki yıl içinde yapmaları gerekenleri yapmadılar; beklenen hazırlıklara bile girişmediler.  Acaba savaşı kaybettik mi?  İleride çok zorlanacağımız bir dünyaya doğru yol mu alıyoruz?

Üstüne üstelik, sera gazı şampiyonu bazı firmalarla içli dışlı olan Donald Trump ABD’yi antlaşmadan çekmekten söz ediyor.  Ülkesinin Çin’den sonra en fazla salım yapan yer olduğunu unutmamak gerek.  Demek ki tehlikenin boyutu büyük.

Yukarıdaki grafiğin özetinin özeti şöyle: Ülkeler Paris antlaşmasını alkışlarken yaptıkları taahhütleri yerine getirmiyorlar.  Uygulamaktan çok uzaktalar.  Dolayısıyla bilim dünyası sıkıntı içinde…  Telaş içinde…

Yukarıdaki grafik 31 Ekim’de yayımlanmış bir rapordan geliyor: “The Emissions Gap Report 2017”.  Raporun sahibi Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP).  Kurum 2010’dan beri her yıl, o yılın durumunu ortaya koyan kapsamlı bir çalışma sunuyor.  2017 raporu 510 bilimsel araştırmadan yararlanmış.  Çalışmaya değişik ülkelerden 206 uzman bilfiil katkıda bulunmuş.

Bunu “Sera gazı salımlarındaki yetersizlikler raporu” gibi görmek mümkün.  Dünya ölçeğinde neredeyiz?  Nereye gidiyoruz?  Yetersizliklerimiz neler?

Öneririz, bir göz atın bu rapora.  Çok değişik konuları ele almış bir araştırma.  Kaderimizi yüksek sesle haykıran bu uyarıyı ciddiye almak gerekiyor.  Sunulan metni çok hacimli bulursanız en azından baştaki özeti okuyabilirsiniz.  Buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz rapora.  (Karşınıza gelecek sayfa tertemizdir; virüslü değildir.  Endişe etmeyin.)  Daha önceki raporlara da göz atmak isterseniz şu adrese gitmeniz gerekiyor.

Yeni rapordan birkaç ilginç noktaya kısaca vurgu yapalım:

  • İyi bir haber: Bu sıralarda fosil kaynaklı enerjilerde maliyet artışı var; çünkü (benzin, gaz gibi) girdilerin fiyatı yükselmekte. Öbür yandan, tükenmez kaynaklı enerjide önemli maliyet düşüşü gerçekleşmekte.  Ve bu gidiş devam ediyor.  Sonuçta bu tür enerji daha cazip olmaya başlıyor.  Ancak kamu politikaları rüzgâr enerjisi, güneş enerjisi ve benzeri girişimleri daha fazla desteklemeli.
  • Fosil kullanımın radikal biçimde frenlenmesi gerekiyor. Başka bir deyişle, doğadaki petrolün üçte biri, gazın yarısı, kömürün en az %80’i toprak altında bırakılmalı artık.  Özellikle kömür santralı yapımlarının durdurulması gerekiyor.  Yeryüzünde şu anda 6.700 kadar kömürlü enerji santralı var; bunların yavaş yavaş sökülmeye başlanacağı zaman geliyor.
  • Hükümetler alternatif ulaşım yöntemlerine daha fazla yönelmeli; toplu ulaşım, bisiklet ve benzerlerini daha fazla desteklemeli.
  • Orman tahribatı durdurulmalı; büyük ağaçlandırma kampanyaları başlatılmalı.
  • Kentleşmenin dünya çapında devam ettiği gözleniyor ve bu eğilimin daha da hızlanacağı biliniyor. Bu bakımdan yapılaşma yöntem ve teknolojilerinin eski biçim ve anlayışları terk edip yepyeni düzenlere yönelmesi bekleniyor.  Örneğin, küresel ısınma nedeniyle durmadan artacak olan klima kullanımı gereksinimini en aza indirecek yapısal çözümler gündeme gelmeli.
  • Dünyanın en gelişmişleri diye kabul edilen ve sera gazını frenlemede en büyük rolü oynayacakları umulan G20 ülkelerinde (yani Avrupa Birliği ve 19 ülkede) belli bir çaba gözleniyor şu anda. Ancak yürütülen girişimler, çoğu ülkede, vaktiyle resmen ifade edilmiş taahhütlerin hayli gerisinde kalıyor.  Bununla birlikte G20’nin içinde yer alan üç ülke (Arjantin, Suudi Arabistan ve Türkiye) taahhütte bile bulunmamış.

Bu yazının Kaynağı: Atila Alpöge, Ekogazete, 2.11.2017 / Yararlanılan kaynaklar: Pierre Le Hir, Le Monde, 1.11.2017 – Fiona Harvey, The Guardian, 31.10.2017

Nükleer Enerjiye #HAYIR

Nükleer enerji kapkaranlık bir tunelde korkarak ilerlemeye benzer. Tehlikenin hangi yönden ve nasıl geleceğini beklemek gibidir. Torunlarımızın ve onların torunlarının sağlıklı bir geleceği için nükleer enerjiye #HAYIR

Gelecek kuşaklara mirasımız; ışıyan çöpler başımıza bela oldu… – Nükleer Enerjiye Hayır

Nüfusun hızla artması sebebiyle, artan enerji ihtiyacımızı karşılayabilmek için bulduğumuz en belalı çözümlerden biri de nükleer enerji. Bu enerji türü, 40 yıl boyunca sorunsuz ve çok enerji üreteceği düşünülerek 1960 yılından beri kısa yoldan iş yapmanın peşinde olan politikacıların iştahını kabartırır.


Ronald Reagan`ın “Çevreciler boşuna endişeleniyorlar. Bir nükleer enerji istasyonunun bir yıllık atığını, masanızın çekmecesinde bile saklayabilirsiniz.” şeklindeki bu cahilce çıkışından tutun da, “biz üretelim de iş atık kısmına geldiğinde uzaya göndeririz” diyen bilim insanlarına kadar her türlü komik söyleme tanık olmamıza rağmen hala bir çözüm bulunamadı. Hatta Çernobil faciası sonrası çaydaki radyasyonun tehlikeli olmadığını kanıtlamak için kameralar önünde çay içen ‘Bakanımız’ bile oldu.
Sayıları hızla artan Nükleer Enerji tesislerinin ve Uranyum atıkların depolanması, çevreye, insanlara zarar vermeden saklanması sorunu hiç bir zaman gündemden düşmedi.

Şöyle ki ; Radyoaktif atıklarda “yarılanma süresi * plütonyumda 24.000 yıl, neptunyumda 2.000.000 yıl, iyotta 12.000.000 yıla varmaktadır. Nükleer atıklar hala üretilmeye devam edilmekte ve sürekli biriktirilmektedir. Radyoaktif atıkların baş sorumlusu ise nükleer enerji santralleridir. Belirli bir santralde örneğin 1.300 MW basınçlı su reaktörü senede yaklaşık 15 metreküp yanık element ve yaklaşık 350 metreküp santral atığı üretmektedir.

Düşük ve orta aktiflikte, sıcaklık üretmeyen atıklar kategorisindeki santral atıkları bile hacim olarak %90’dan daha fazla nükleer atık dağı ortaya çıkarıyorlar. Bu atıklar yeryüzünün üstündeki istasyonlarda toplanıyor ve eski bir maden ocağında saklanıyorlar. Bu atıkların düşük miktardaki birikimi dahi kansere yol açıyor.

Yüksek radyoaktif atıklar da –sıcaklık üreten çöpler- aynı şekilde yeryüzünde depolanmaktadır. Oysa bunlar anormal ısı gelişimine karşı soğutulmalı ve derin jeolojik tabakalarda depolanmalıdırlar. Aşırı ışımalarla temas öldürücü olacağı için yüksek oranda zehirli olan ve kansere sebep olan bu atıklar konteynerlerde saklanarak biyosferden uzak tutulmaya çalışılmaktadır.

Avrupa Birliği, bünyesinde bulunan bütün ülkelerden, Radyoaktif atıkları nasıl saklayacakları ile ilgili rapor istedi. Çevreciler aktif olarak sokaklarda eylemlerde. Bulunacak hiçbir çözümün bin yıllık garanti vermeyeceğini ve en ufak bir sızıntının dünyanın sonunu getireceğinin farkındalar.

Kuzey Almanya’da (Gorleben’de) bir tuz stoğu depolama kampı olarak kullanılıyor. Tuz kütlesinin (Almanya, ABD), granitin (İsviçre) ya da kilin (Fransa) en iyi depolama aracı olup olmadığı bu zamana kadar cevaplanamamış bir soru. Kesin olan şudur ki, Almanya’daki bu alan nerdeyse keşiften 40 yıl sonra bile hala bilimsel ve politik açılardan tartışmalıdır, zira bu alanın yer altı sularıyla olan bağlantısı yüzünden radyoaktif maddelerin bir kanal yoluyla yer altı sularına bulaşması riski göz ardı edilemez olduğu söyleniyor.

Kaldi ki radyoaktivite içeren maddeler yüksek, orta ve düşük olarak 3’e ayrılıyor. Hacim olarak en az yeri yüksek derecede tehlikeli radyoaktivite içeren maddeler kaplıyor. Ancak asıl sorun da yüksek seviyedeki atıklarda. Dünyada hâlâ bu atıklara çözüm bulunmuş değil. Almanya’daki araştırmacılar çözümü, bu maddeleri yerin 500-750 metre altında tuz madenine gömmekte buldu.

Atıklar sızdırmaz kaplara konuldu ve yerin altına binlerce yıllık zararı olmayacak şekilde gömüldü. Ancak Almanya’da bu çalışmaların ASSE adı verilen Aşağı Saksonya bölgesindeki tuz madenini su bastı. Şu anda tuz madenine gömülen düşük seviyedeki 126 bin varile ulaşmaya çalışılıyor. Yani tüm çalışmalara rağmen risk sıfır değil.

Atıkların güvenli bir şekilde saklanması sorununa, nükleer enerji kullanan ülkeler depo alanlarını genişletme arayışındalar ve bir çözüm bulabilmek için uğraşıyorlar.

Finlandiya yer altında çok büyük bir bakır hazinesi saklıyor. Bu dev boruların her biri için yaklaşık 7 ton bakır kullanıldı ve bunlardan beş bin adet bulunuyor. Radyo-aktif atıklar, dev silindirlerin içine konulacak ve gelecek nesilleri atık maddelerden bu yöntem ile korumayı düşünüyorlar.

İsviçre, Sakson (Königstein)`da saklanan içinde hiçbir canlı yaşamın olmadığı yapılan incelemeler sonucu onaylanan bir kireçtaşı mağarasında, Uranyum`dan beslenen ve üreyen bakterilerin oluştugu tespit edilidi. Bu bakteriler, asitli su ve uranyumun varlığından hiçte rahatsız görünmüyorlar. Enerjilerini bile bu zehirden karşılayan bakterilerin yeraltı su sızıntıları ile içme suyuna karışmış olması ihtimalinin üzerine duruluyor.

Dünyada şimdiye kadar nükleer atıkların saklanması ve doğayı koruma konusunda yapılan yüzlerce milyon dolarlık harcamalara rağmen hiçbir güvenli yolun bulunamaması, temiz enerji denilen Nükleer Enerjinin aslında sonumuzu getirebileceğini artık kamuoyunun anlaması ve bilinçlenmesi gerektiğini söylemek sanırım yanlış olmaz.

Çeviri ve derleme: İnanç Kaya

*Yarılanma süresi, bir radyoaktif izotopun miktarının yarıya inmesi için gereken zamandır. Her radyoaktif izotopun kendine özgü belirli bir yarılanma süresi vardır.

Bu yazı http://www.dunyalilar.org sayfasından alıntıdır.

Kaynaklar :
http://www.spektrum.de/news/bakterien-koennten-endlager-beeintraechtigen/1433500

http://viraverita.org/yazilar/dunya-capinda-cozumsuz-bir-problem-nukleer-atiklarin-imhasi

https://tr.wikipedia.org/wiki/Radyoaktif_atık

Dünyalılar (www.dunyalilar.org)

Havai fişek veya patlayılacı gürültüleri; köpek, kedi ve yaban hayvanlar için bir kabustur…

havai_fisek_ve_koepekler1

  • Yeni yıla havai fişekleri fırlatarak veya patlayıcılarla girmek; maddi olarak cebizin yanısıra, hem çevremize, hemde aşırı gürültüden dolayı bütün canlılara büyük zarar vermektedir. Yeni yıla girildiği zamanki  gürültü, hem hayvanlara hemde küçük bebeklere işkence gibidir.

Köpek, kedi ve yaban hayvanlar için bir kabus…

Malesef, hayvanlar her yeni yıla işkence çeker gibi girkemtedirler. Hayvanların kulakları, işitme yönünden biz insanlara göre daha hassastır. Patlama gürültülerini veya havai fişeklerin seslerini daha intensiv bir şekilde algılamaktadırlar. Bu patlamalar, havai fişeklerin sesleri ve gökyüzündeki parlaklık onlarda büyük panik ve korku yaratmaktadır. Hayvanların kortuğu gibi bebek ve küçük çocuklarda bu gürültüden paylarını almaktadırlar.

Çevre ve bütün canlılar için kalıcı zazar…

“Havai fişek türlerinin yapımında fare zehrinde bulunan baryumun da kullanıldığını nitrat ve odun karışımıyla yaydığı kimyasal içerikli tozların kanserojen etkisi bulunmaktadır. Kanserojen etkisi bulunan kimyasal içerikli tozların insan sağlığına zarar verdiğini, işitme kaybı, gürültü ve hava kirliliği meydana getirmesi nedeniyle kültürel ve tarihî eserlere zarar verdiği gibi, daha pek çok olumsuzları meydana getirmektedir. Havai fişeklerden ince tozlar diğer tozlara benzemez. Bu tozların etkisi yeterince bilinmemekle beraber solunum yoluyla alınması durumunda, astım veya bronşite neden olabilmektedir.”

”Havai fişekler potasyum, nitnat, potasyum klorat, potasyum perklorat, mangal kömürü, sülfür, sodyum okzalat, aliminyüm, demir tozları vb. gibi kimyasallar içerir. Havai fişek kullanımıyla çevre kirliliğine yol açan sülfür dioksit, karbondioksit, karbonmonoksit, asılı partiküller gibi maddeler serbest kalır. Bu maddeler ise, ciddî sağlık riskleri ortaya çıkarmaktadır. Havai fişek partikülleri ve içerdikleri elementleriyle organik bileşikler insan sağlığı için önemli tehditler oluşturmaktadır. Bununla birlikite renkli havai fişeklerin kullanılması güçlü ve zararlı oksitlenme ajanı olan ozonu yer seviyesinde getirebilir. Bu ise insan sağlığını yüksek risk altına sokacaktır.”

Bu nedenlerden dolayı yeni yıla patırtısız ve gürültüsüzde girilebilir. Dünya çapında her yıl milyonlarca insanın açlık nedeniyle hayatını kayb ettiği zamanımızda, havai fişek ve benzeri ürünler için harcanan paralar bu insanlara harcanmış olsa daha iyi bir dünya´da yaşamış olacağız.

Yeni yılın; tüm canlılara, barış, huzur ve sağlıkdolu günlerin getirmesi dileğiyle…

Muhammet Ali Yaşar

havai_fisek_ve_koepekler2

Yeni Nesil Güneş Enerji Jeneratörü: “Rawlemon”

Bilim-kurgu filmlerinden çıkmış gibi gözükebilir ama bu yeni nesil güneş enerjisi jeneratörü, tek başına, binlerce güneş panelinin ürettiği enerjiden daha fazla enerji üretebiliyor.

Bu muazzam güneş enerjisi küresi, bilgisayar desteğiyle çalışan dev bir cam mermerden oluşmakta ve içerisinde bulunan bilgisayar yazılımı sayesinde Güneş’i sürekli olarak takip etmekte. Aslında bu devrimsel icat, enerjisini üretirken sadece Güneş’ten değil Ay’dan da faydalanmaktadır. Gece vakitlerinde Ay’dan yansıyan ışınları yoğunlaştırarak üretimine devam etmektedir. Enerji küresinin, günümüzde kullandığımız konvansiyonel enerji panellerinden efektif olarak 10.000 kat daha etkili olduğu söylenmektedir.

“Son 40 yıldır güneş enerjisini PV panellerle yakalamaya çalıştık, ancak Dünya’nın Güneş etrafında dönmesinden dolayı sabit panel verimliliğini kaybediyor.”

Ürünün tanıtımıyla ilgili videoyu da izleyebilirsiniz:

Hareketli cam küreler her daim Güneş’e dönerek ışınları içine alır ve top mercek, ışıkları yoğunlaştırarak içerisindeki küçük bir noktada toplar… Bu sayede enerji çok etkili bir şekilde değerlendirilir.

Bu Teknolojinin Geleceği:

André Broessel, ürünün ilk versiyonu ile 2013 yılında Dünya Teknoloji Ağı (World Technology Network)
Ödülleri yarışmasında finalist oldu, ardından icadını daha da geliştirerek bulutlu günlerde ve geceleyin bile enerji üretecek hale getirdi.

Broessel’in Rawlemon adı verdiği cihaz henüz geliştirme sürecinde ve toplumsal kullanıma sunulmuş değil fakat tüm dikkatleri üzerine çeken proje hedeflediği bütçenin neredeyse 2 katına ulaştı.

Gelişen teknoloji ile her geçen gün daha fazla enerjiye ihtiyaç duyulan dünyamızda; kömür, doğalgaz gibi karbon salınımı yapan üretim tekniklerinden vazgeçilmelidir. Hal böyleyken bir an önce yeşil enerji dediğimiz, yenilenebilir enerji üretim metodlarına yönelmeli ve dünyamızı daha fazla kirletmeden enerjimizi üretebileceğimiz teknolojilere önem verilmelidir.

Ürünün tanıtımıyla ilgili videoyu da izleyebilirsiniz:

Kaynak: http://korkubilimi.com/bilim/gunes-panellerinden-10-000-kat-daha-fazla-enerji-uretebilen-gunes-kuresi-icat-edildi.html

​Neden mevsimsel beslenmeliyiz?

1.Mevsiminde yenen meyve ve sebzenin besleyici değeri daha fazladır: Mevsiminde yetişmemiş meyve-sebze, doğa şartlarıyla işbirliği yapılarak değil, doğayla mücadele ederek üretildiğinden, üretiminde hibrid tohum, böcek ilacı ve kimyasal gübre kullanım oranı daha fazladır. Mevsimsel besinlerin, antioksidan özellikleri daha fazladır. O mevsimde insan vücudunun ihtiyacı neyse onu karşılayacak vitamin ve mineralleri bünyesinde bulundurur.

2.Doğa için daha iyidir: Mevsimsel beslenerek, yerel gıdayla beslenme şansınızı artırırsınız. Gıdanız uzak mesafelerden gelmiyorsa, karbon ayak izi de düşük olur.

3.Daha ekonomik: Mevsiminde ekilen ve üretilen meyve ve sebzeler, doğanın katkısıyla büyür, doğaya rağmen değil. Üretilmeleri daha az girdiyle sağlanabildiğinden, daha az maliyetlidir.

Energiewende Ruhr Projesi Kitabi

Degerli Dostlar, iki yillik “Energiewende Ruhr Projesi” cercevesi icinde Almanya´nin Kuzeyren Westfalya sinirlari icindeki Ruhr bölgesinde yasan 20 cevreci aktiviste yer verilerek cevre korumasi icin yapmis olduklari calismalar takip edildi. Takip edilen cevre aktivistlerin yapmis olduklari calismalar “Geschichten einer Region – Agent/nnen des Wandels für ein nachhaltiges Ruhrgebiet” Türkce cevirimi: “Bir bölgenin hikayeleri – Sürdürülebilir bir Ruhr bölgesi icin degisim ajanlari” isimli kitapta tanitildi. Kitapta yer alan 20 cevre aktivistlerden biride bendim. Almanca yazilan kitapta benim bulundugum bölümü sizlerle paylasmak istedim.

geschichten-einer-Region (Pdf)

geschischten_einer_region_seite_000 geschischten_einer_region_seite_302 geschischten_einer_region_seite_303 geschischten_einer_region_seite_304 geschischten_einer_region_seite_305 geschischten_einer_region_seite_306 geschischten_einer_region_seite_307 geschischten_einer_region_seite_308 geschischten_einer_region_seite_309 geschischten_einer_region_seite_310 geschischten_einer_region_seite_311 geschischten_einer_region_seite_338

Bayramınız Kutlu Olsun

Değerli dostlar, Kurban Bayramı sevgiyi ve dostluğu doruğa çıkarmanın bir vesilesi olarak ele alıp, Tanrıdan bütün insanlık için savaşsız, sömürüsüz, zülmün olmadığı, herkesin hakça, kardeşçe yaşayacağı cevre kirliliğinden uzak tertemiz bir Dünya dileğiyle, tüm dostların Kurban Bayramını kutlar, neşe, barış ve huzurdolu nice bayramlar dilerim.

Energiewende Ruhr Projesi

Bu fotograflar “Energiewende Ruhr” projesi çerçevesinde Haziran 2015´te bir video (https://www.youtube.com/watch?v=MQATG2IYd2s) çekimi için Johanna Ickert ve René Arnold tarafından çekildi.

Ayrıca bu proje çerçevesinde Eylül/Ekim 2016´da „Geschichten einer Region“ (Leggewie, Claus; Reicher, Christa; Schmitt, Lea (Hg.) (2016): Geschichten einer Region. AgentInnen des Wandels für ein nachhaltiges Ruhrgebiet. Dortmund: Kettler ) adı altında birde kitap yayınlanacaktır.

Energiewende Ruhr – Umweltbildung in Türkischer Sprache

Der Film ist im Juni 2015 im Rahmen des Projektes “Energiewende Ruhr” von Johanna Ickert und René Arnold entstanden.

Zu den Projekt wird auch ein Buch unter der Name „Geschichten einer Region“ (Leggewie, Claus; Reicher, Christa; Schmitt, Lea (Hg.) (2016): Geschichten einer Region. AgentInnen des Wandels für ein nachhaltiges Ruhrgebiet. Dortmund: Kettler ) Ende September/Anfang Oktober 2016 erscheinen.

Bu film “Energiewende Ruhr” projesi cercevesinde Haziran 2015´te Johanna Ickert ve René Arnold tarafindan cekildi.

Ayrica bu proje cercevesinde Eylül/Ekim 2016´da „Geschichten einer Region“ (Leggewie, Claus; Reicher, Christa; Schmitt, Lea (Hg.) (2016): Geschichten einer Region. AgentInnen des Wandels für ein nachhaltiges Ruhrgebiet. Dortmund: Kettler ) adi altinda birde kitap yayinlanacaktir.

Hava Kirliliği

20140326-215745.jpgSokaklarımızda, evlerimizde uçar gezer dolaşan küçük parçacıkların sağlık sorunlarına neden olduğunu biliyorduk. Solunum, damar, kalp hastalıkları, diyabet, akciğer kanseri gibi… Özellikle PM2,5 diye tanımlanan parçacıklar gerçek baş belası. (Yani çapları 2,5 mikrondan daha küçük olanlar. Bunu saç telinden 30 kere ince diye de ifade edebiliriz.) Bilimsel bir araştırma bunların ana karnındaki bebeleri bile etkilediğini saptamıştı. Okumaya devam et “Hava Kirliliği”

COP21 – Bir açıklama ve antlaşma metni

COP1

Toplantı bitti. Ama fosil yakıt çağı da bitti.  Artık “tükenmez kaynaklı enerji” çağına giriyoruz.  O döneme bütünüyle yerleşmek belli bir zaman alacak, ama artık o kapının eşiğindeyiz.  Bundan sonrasını (petrolcü, kömürcü, doğalgazcı gibi) fosil yakıtçılar düşünsün.  Bir de bunları kullanıp proje yapanlar.  Bu noktada ufak bir açıklama yapmak gerekiyor.  Bir de antlaşma metnine gönderi vermek.

Bundan önceki yazımızda şunları demiştik: “Ancak çalışma bir sonuca bağlanırken, en son dakikalarda bir ülkenin direndiği görüldü. Bu ülke Türkiye idi.  Fransız Cumhurbaşkanı Holland Ankara’yı arayıp ikna etme zorunda kaldı.  (Bu direniş kömür santralı yapımlarıyla ilgili miydi, bilinmiyor.)

Buradaki ifade “bir ülke” değil de, “ülkelerden biri” olmalıydı. Çünkü genel oturumda başkan Fabius’un tokmağı vurmasından sonra basında verilen bilgilerde ABD’nin de bir noktada (son dakikada) direnmiş olduğu duyuruldu.  Fransız Cumhurbaşkanı Holland Obama’yı bu konuda aramak zorunda kalmıştı.  Ufacık bir noktaydı belki, ama önemliydi bu itiraz.  Antlaşmanın bir yerinde İngilizce “shall” deniyordu.  ABD bunu “should”a değiştirmek istedi.  Yani “ülkeler bunu yapacak” yerine, “yapmalı” ifadesinin yer almasını.  Çünkü “yapacak” antlaşmayı mutlaka meclisten geçirmeyi zorunlu kılıyordu.  Ama meclis bütün bunlara direnen ve petrol şirketlerinin adeta finanse ettiği Cumhuriyetçi Partinin kontrolü altındaydı.  Anlaşılan Obama antlaşmaya zarar vermemek için kendine açık bir kapı bırakmak istemişti.

Türkiye konusu galiba başka. Ankara’nın itirazının neden kaynaklanmış olduğu bilinmiyor.  Ama 80’e yakın kömür santralı projesi Batı dünyasında ısrarla eleştirilmişti.  Ekogazete bu değerlendirmeleri daha önce birkaç kez yansıtmıştı.

Gelelim antlaşma metnine. Aşağıya tıklarsanız buna ulaşabilirsiniz.

http://unfccc.int/resource/docs/2015/cop21/eng/l09r01.pdf

Atila Alpöge, Ekogazete, 14.12.2015 /  Kaynaklar:  Değişi basın organları.

Paris’teki iklim zirvesinde oy birliği ile 2 derecede anlaşmaya varıldı

iklim

Fransa’nın başkenti Paris’te iki haftadır yürütülen 21. BM İklim Değişikliği Taraflar Konferansı’nda, düzenlenen oylamanın ardından Paris Anlaşması’nın 195 ülkenin delegesinin desteği ile oy birliği ile kabul edildi.

Hukuken bağlayıcı olacak anlaşma metninde, küresel ortalama sıcaklık artış limitinin 1,5 ila 2 derece arasında sınırlandırılması konusunda anlaşma sağlandı.

Metin, sera gazları emisyonunun düşürülmesi ile ilgili olarak ulusal düzeydeki planların beş yılda bir gözden geçirilmesini öngörürken, gelişmekte olan ülkelerin bu alandaki mücadele için yılda en az 100 milyar dolar destek aktarması hedefleniyor.

Anlaşmada, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine karşı hazırlıklı olunması ve sera gazları emisyonunu azaltan çevreci ve sürdürülebilir ekonomilerin desteklenmesi gibi maddeler öne çıkıyor.

Metnin son hali üzerinde varılan anlaşma sonrasında imza töreninin 2016 yılı başında BM Genel Sekreterliği’nde yapılması bekleniyor.

Sera gazı emisyonlarına ilişkin mevcut anlaşmaların 2020’de sona erecek olması dolayısıyla Paris’te en az 10 yıl geçerli olacak yeni taahhütlere girilmesi küresel ısınma ile mücadele için önem taşıyor.

Paris İklim Zirvesi

iklim

Paris İklim Zirvesi Bugün (30.11.2015) Başlıyor

150’dan fazla devletin hükümeti, küresel sera gazı emisyonlarının azaltılması ve böylece iklim değişikliği tehdidini önleme amacıyla olası bir Paris-Summit yeni küresel anlaşmayı görüşmek üzere Paris’te bir araya gelecekler.

Neden şimdi?

Sera gazı emisyonları ile ilgili güncel taahhütler 2020 yılında sona erecek. Bu yüzden, hükümetlerin Paris’te en azından 10 yıllık anlaşmalar üretmeleri bekleniyor.

Neden önemli?

Bilim insanları, sera gazı emisyonları artmaya devam ederse, küresel ısınmanın geri döndürülemez hale geleceği ve eşiğin aşılacağı konusunda uyarıyor. O eşik sanayi öncesi seviyelerin üzerinde 2 °C ‘lik bir sıcaklık artışı olarak tahmin edilmekte ve mevcut emisyon düzeylerine bakıldığında yaklaşık 5°C bir artış beklenmektedir. Bu rakam, çok fazla bir artış gibi gözükmeyebilir, fakat bugünün dünyası ve son buzul çağı arasındaki sıcaklık farkı 5°C’nin üzereydi. Bu yüzden sıcaklıkta görünüşteki küçük değişiklikler dünya için büyük farklar anlamına gelebilir.

Organik Bahçe

Organik bahçe yapmak isteyenler için, dededen toruna, yılların deneyimiyle çıkarılıp paylaşılan altın kurallar:

1.Bahçenizi, ne kadar küçük olursa olsun, ister bir tarh, ister pencere önü, daima çok daha geniş bir çevrenin bir parçası olarak düşünün. Bu öyle bir sistem ki, içinde her birimizin bir rolü var. Bu fikri bir kere özümsedikten sonra, artık diğer her şey kafanızda yerli yerine oturacaktır.

2.Toprağı ve yetiştirme ortamını, sevilmesi ve çocuklarımız ve onların çocukları için mutlaka korunması gereken önemli kaynaklar olarak görmeli, buna göre davranmalısınız.

3.Zararlılara karşı, insan veya hayvanlara zarar verecek yapay kimyasalları içermeyen yöntemleri seçin.

4.Mümkün olan her durumda kardeş bitkiler, rotasyon gibi işe yaradığı bilinen bahçecilik uygulamalarını kullanın.

5.Bitkilere, gelişmeleri için ihtiyaç duydukları her şeyi, kompost, hayvan gübresi ve diğer organik malzemelerle toprağı zenginleştirerek verin.

6.Sürdürülebilir bir gelecek için yenilenebilir kaynakları tercih edin.

7.Ev ve bahçede mümkün olan her atığı çöpe doldurmak yerine, geri dönüştürerek kirliliği azaltın.

8.Zararlı pestisit kullanımından kaçınarak ve örneğin arı dostu çiçekler yetiştirmek gibi, uygun yaşam ortamları yaratarak yaban hayatını koruyun ve teşvik edin.

9.Çevreye yönelik, örneğin istilacı su bitkileri, dişbudak yaprak lekelenmesi gibi, yeni tehditlere tepkisiz kalmayın.

10. Bahçenizi ve yakın çevrenizi dinlenmeye, çalışmaya ve oynamaya uygun hoş bir yer haline getirmeyi hedefleyin.

Yazının kaynağı “Waltons co uk” adlı bir site.

Su! Bir damla su!

su Birleşmiş Milletler bunu vurgulayan yıllık raporunu dün yayımladı.  Ciddi bir endişeyi dile getiren bir soruna dikkat çekiyor belge.  Yeryüzünde herkese yetecek su var mı?  Raporun bu soruya verdiği yanıt irkiltici:  “Şimdilik evet, ama 15 yıl sonra su gereksiniminin %40’ını karşılayamayacağız.  Su kullanımı ve bölüşümü biçimini tepeden tırnağa değiştirmek zorundayız.” 139 sayfalık kapsamlı rapor “World Water Development Report 2015” (WWDR2015) adını taşıyor.  Açıkça, bu güzelim doğal kaynağı son derecede kötü kullandığımızı vurguluyor.  Oysa su iklim değişiminde, tarımsal çabalarda, beslenme güvenliğinde, enerji üretiminde ve sağlık sisteminde son derecede önemli bir öğe.  Kullanımındaki çarpıklıklar ekonomik gelişmeyi de, ekosistemleri koruma girişimlerini de, fakirliği ve az gelişmişliği yok etme projelerini de aksatıp kötü yönde etkiliyor.  Sonuçta dünyamızın çeşitli yerlerinde gerilimlere ve çatışmalara neden oluyor. Raporun sergilediği birkaç olguyla, karmaşık ve çelişkili gelişmelere kısaca göz atalım. Okumaya devam et “Su! Bir damla su!”

Türkiye’nin İlk Ekolojik Köyü

ekolojik köy

Türkiye’nin ilk Ekolojik Köyü Van’da kurulacak. 12 dönüm arazi üzerinde kurulacak olan proje Güneş Evi, Perma Tarım, Saman Evi gibi unsurlardan oluşacak, evsel atıklardan gübre elde edilecek ve foseptikteki metan gazı enerjiye dönüştürülecek.

Van Büyükşehir Belediye Eş Başkanı Bekir Kaya, “İnandığımız gibi yaşamak istiyoruz, o yüzden bu projeyi başlattık” diye konuştu.

Türkiye’nin  ilk Ekolojik Köyü Van’da kuruluyor. Yüksek Mimarlar Kemal Mükremin Barut ve Yavuz Bawer Barut ile Ziraat Mühendisleri Levent Ayyıldız ve Şeref Demir tarafından hazırlanan Güneş Evi ve Ekolojik Köyü projesi Van Belediyesi tarafından kabul edildi. Van’ın Fidanlık alanındaki 12 dönüm arazi üzerinde kurulması tasarlanan proje 5 ana unsurdan oluşuyor. Güneş Evi, Saman Balyası Ev, Isıl Duvar Ev, Kompost Ev, Sürdürülebilir Tarım (Perma Kültür) öğelerinden oluşacak olan köydeki bütün enerji ve tüketim maddeleri doğal yollardan elde edilecek. Okumaya devam et “Türkiye’nin İlk Ekolojik Köyü”

ÇÖLEŞMEYİ DURDURAN ADAM!

2015/01/img_1590.jpg

DURDURAN ADAM!

Yacouba Sawadogo, Afrika’nın sıradışı kişiliklerinden biri. Bilim adamlarının ve çevre kuruluşlarının bile çaresiz kaldığı çevre sorunlarına geleneksel yöntemlerle çözüm üretmeyi başaran bir kahraman. İhtiyar çiftçi, Burkino Faso’nun kuzeyindeki tarım arazilerinde uzun süredir devam eden çölleşmeyi durdurabilen kişi olarak biliniyor.

Bölgedeki toprak, uzun yıllar içinde aşırı ekim, aşırı otlatma ve aşırı nüfus yoğunluğu nedeniyle giderek sertleşmeye, verimsizleşmeye ve sonunda çölleşmeye başlamıştı. Ulusal ve uluslararası araştırmacılar tarafından uzun yıllardır devam eden çalışmalar ise toprağı kurtarmak için yeterli olmuyordu. Umutlar giderek tükenmekteydi. Ta ki Yacouba Sawadogo adlı bir adam, 1980’li yıllarda ortaya çıkıp da çölleşmeye karşı kendi geleneksel yöntemleriyle savaşmaya karar verene kadar. Okumaya devam et “ÇÖLEŞMEYİ DURDURAN ADAM!”

Enerji Tasarruf Haftası

2015/01/img_1584-0.jpg

Enerjinin insan hareketinde, insanın günlük yaşantısında çok büyük bir yer tuttuğu muhakkaktır. Bu önemli ihtiyacın bilinçsiz kullanılması, insan geleceğine bir çok olumsuz etkiyi de beraberinde getirecektir. Enerjinin gereği kadar ve bilinçli olarak kullanılmasını sağlamak için her yıl 11 – 18 Ocak tarihleri arasında Enerji Tasarrufu Haftası kutlanır.

Hafta içinde, bütün yurtta enerji tasarrufu ile ilgili toplantı ve açık oturumlar düzenlenir. Radyo ve televizyonda enerji tasarrufunu işleyen programlar yayınlanır. Okullarımızda enerjide tutumlu olmanın önemi anlatılır. Alınması gereken önlemler belirtilir. Öğrenciler arasında enerji tutumu ile ilgili afiş, karikatür, resim ve kompozisyon yarışmaları düzenlenir. Bu yarışmalarda derece alanlara ödülleri dağıtılır. Bu çalışmaların amacı, enerjinin iyi kullanımını sağlamaktır. Okumaya devam et “Enerji Tasarruf Haftası”

Hiroşima ve Nagasaki

hirosima_nagasaki

1945 yılında ABD tarafından Hiroşima ve Nagazaki´ye atılan atom bombası yaklaşık 140 bin kişinin ölümüne yol açmıştı. Bomba ilk anda 70 bin kişiyi buharlaştırmıştı.

6 Ağustos 1945 sabahı Albay Paul Tibbets yönetimindeki ”Enola Gay” isimli B-29 uçağı, ”Little Boy – Küçük Çocukisimli çok gizli bir yükle Güney Pasifik’teki Tinian Adası’ndan havalandı.

Saat 02.45’de havalanan Enola Gay, saat 08.00’de içinden nehirler geçen liman kenti Hiroşima’nın üzerinde turlar atarak, bombayı saat 08.13’de, 10 bin metreden hedefe yolladı. Şehrin 580 metre üzerinde patlayan dünyanın savaş amaçlı ilk atom bombası, ilk anda on binlerce kişiyi buharlaştırdı. ‘Japonya’nın en güzel kentiolarak bilinen Hiroşima’nın suları, toprağı ve insanları zehirlenmişti. İki ay içinde bombanın gizli silahı olan radyasyon, ölü sayısını 140 bine çıkardı. Bombardımanı takip eden 5 yıl içinde radyasyon nedeniyle mutasyona uğrayan 60 bin kişi daha hayatını kaybetti.

Hiroşima’dan sadece 3 gün sonra 09.08.1945 günü, atom bombasının çökerttiği Japonya’ya bir bombada Nagazaki´ye atıldı. Bu seferki bombanın ismiŞişman Adam”dı. İki kentte ölenlerin sayısının 500 bini aştığı tahmin ediliyor.

Dünyamızı bekleyen büyük sorunlar

Bild1

Dünyamız gittikçe kalabalıklaşıyor. Bilim adamları ve uzmanlar şiddetle uyarılar yapıyor. İşsizlik, su azlığı hatta iklim değişikleri yavaş yavaş dünyanın sonunu getiriyor. İşte, dünyamızı bekleyen tehlikeler;

Uzmanlara göre dünyanın en büyük sorunu mali krizlerdir. Dünyanın en büyük ekonomilerinden herhangi birinde oluşacak olan mali bir kriz, diğer tüm ülkeleri etkileyebilir. Böylece, tüm dünyada yaşanılacak olan mali krizler, işsizlik, açlık ve ölümlere neden olacaktır.

İşsizlik oranlarının her yıl artması. Yapılan araştırmalar, her yıl dünyada işsizliğin hızla arttığını gösteriyor. Özellikle genç işsizlik oranı %50’lere kadar ilerlemiştir. Kaynakların yetersizliği, iş bulmayı zorlaştırmaktadır.

Su krizi; Pek çok araştırmacı yakın zamanda dünyanın su kaynaklarının tükeneceği konusunda hem fikirdir. Kalan su kaynakları için ülkelerin yakın zamanda çok büyük bir karmaşa hatta savaşların bile yaşanacağı düşünülüyor.

Gelir adaletsizliği; Bugün dünyada 10 aile, tüm dünya nüfusunun kazandığı kadar para kazanıyor. Son yıllarda dikkat edilirse, Zenginler çok fazla zengin olmuşlardır. Bu gelir adaletsizliği uzmanlar tarafından dünyayı bekleyen tehlikeler arasında sayılıyor.

İklim değişiklikleri; İklim değişikleri nedeni ile dünyamızda her şey değişiyor. Hatta yakın zamanda buzulların erimesi ile dünyanın bir kısmı sular altında kalacak diye bilim adamlarının açıklamaları var. Çeşitli hayvan ırkları hayatını kaybedecek ve dünya haritası değişecektir. Bu konuda, iklim değişiklerine uyum sağlayabilmek çok önemlidir. Pek çok ülke, sera gazı salınımını azaltmak için önlemler alıyor.

Kasırga ve fırtınaların artması. Küresel risk raporunda şiddetle uyarılan konuların başında kasırgaların dünya genelinde artmasına dikkat çekiliyor. Kasırgaların artması, gıda kaynaklarına ve toplumsal ölümlere neden oluyor. İklim değişiklikleri ile ilerleyen dönemde bu felaketler ile çok daha fazla karşılaşacağız gibi görünüyor.

Küresel yönetim hataları. Küresel olarak çalışan kurumların ve sözleşmelerin siyasal çıkarlar ile çarpışması başlıca sorun olarak karşımıza çıkacaktır. Küresel risklerin çözümlenmesi için ülkelerin ortak paydada çalışması gerekeceğinden iş çok daha zorlaşacaktır.

Gıda krizleri. Fırtınaların, iklim değişiklerinin fazlaca oluşması dünyanın gıda kaynaklarını yavaş yavaş eritiyor. Şu an dünyamızda açlık çeken ülkelere yenilerinin de ekleneceği açıkça ortadadır.

Siyasal istikrarsızlık. Ekonomileri ve devlet yapıları ile yüksek sıralarda olan ülkelerde, vatandaşların siyasi gelişmelerden memnun kalmaması nedeni ile güven problemlerinin yaşanmasına bağlı iç savaş ve iç çatışmaların başlayabileceği düşünülmektedir.

Küresel çalışan finans kurumlarının çökmesi ; Küresel bankacılık hizmeti veren pek çok kurum bugün risk altındadır. Bu kurumların çökmesi, dünya ekonomisini çok kötü noktalara götürecektir.

Hava Kirliği dünya çapında 7 milyon insanın ölümüne yol açmış

20140326-215745.jpg

Dünya Sağlık Örgütü’nün raporuna göre, 2012’de yaklaşık 7 milyon kişi hava kirliliğinden öldü. Akciğer kanserinin yanı sıra kalp rahatsızlıkları ve mesane kanseri de hava kirliliğine bağlanıyor.

Dünya Sağlık Örgütü, yayınladığı son raporda hava kirliliğinden kaynaklanan ölüm oranlarıyla ilgili tahminlerini artırdı. Buna göre, 2012 yılında her sekiz ölümden biri zehirli havadan kaynaklandı.

Rapora göre, kalp rahatsızlıkları, kronik bronşit, akut solunum yolu enfeksiyonları, felç, akciğer kanseri ve mesane kanseri en sık rastlanan hava kirliliği kaynaklı rahatsızlıklar.

Rapora göre gelişmekte olan ülkelerdeki kadın ve çocukların odun ya da kömür kullanılan sobalar nedeniyle daha çok ev içi kirliliğe maruz kaldığı belirtildi. Analizler 4,3 milyon ölümü ev içindeki kirli havaya, 3,7 milyon ölümü de dışarıdaki kirli havaya bağladı. Ancak araştırmacılar, verilerdeki örtüşme nedeniyle ölü sayısını 7 milyona yuvarladılar.

Dünya Sağlık Örgütü ‘nün 2008’deki araştırması hava kirliliği nedeniyle 1,3 milyonu dış mekandaki kirliliğe bağlı olmak üzere 3,2 milyon kişinin öldüğünü göstermişti.

İnsanlar ölüyor, onlar konuşup duruyor

iklim_degisligi_cevreci

İzlemekten usandığımız şov yeniden başladı.  Bir hafta önce Varşova’da.  Birleşmiş Milletlerin yıllık iklim değişimi toplantısı.  İki hafta sürecek.  Ülke temsilcileri gene sonuç almadan konuşup duracaklar.  Aynı anda Filipinlerde binlerce masum insan ölmüş.  Yüz binler yaralı, aç.  Milyona yakın ev yıkılmış.  Kimin umurunda?  Peki, sorumlu kim?  Ölüp gidenler mi?  Yoksa iklim değişimini tetikleyen gelişmiş ülkeler mi?

Toplantının açılışında Filipinler delegesi Sano gözyaşları içinde bir konuşma yaptı ve ülkesinde olup bitenin doğrudan doğruya iklim değişiminin sonucu olduğunu vurguladı.  Ölenlerin, yaşama tutunmaya çalışanların, çekilen sefalet ve azabın yalnızca insan yapısı küresel ısınmadan kaynaklandığını vurguladı.  Ülkede bıraktığı kardeşi o sırada enkaz altında kalmış zavallıları kurtarmaya çalışıyordu.  Ve kendi yakınlarından daha hâlâ haber yoktu.
 

Okumaya devam et “İnsanlar ölüyor, onlar konuşup duruyor”

4 Ekim Dünya Hayvanları Koruma Günü

18-08.08.13

Canlılar dünyası ; insanlardan, bitkilerden, ve hayvanlardan oluşur. İnsanlar eskiden beri hayvanlarla ilgilenmişlerdir. Kütüphanelerimizde içi yalnız hayvan resimleriyle dolu ansiklopedilerimiz de vardır. Bu ansiklopedilerde hayvanların; özellikleri, beslenmeleri, bakımları, çoğalmaları, hastalıkları ve yararları anlatılır.

Hayvanlar, duyu ve hareket yetenekleri olan canlılardır. Hayvan dostları ilk kez İngiltere’de 1822 yılında bir araya geldiler. Hayvanları korumak, insanların hayvanlara iyi davranmalarını ve hayvanların daha iyi koşullarda beslenme ve korunmalarını sağlamak amacıyla Hayvanları Koruma Birliği’ni kurdular. Yurdumuzda Hayvanları Koruma Derneği 1908 yılında kuruldu. Aynı amaçlı dernekler birleşerek Hollanda’nın başkenti Lahey’de Dünya Hayvanları Koruma Federasyonu’nu oluşturdular. 1931 yılında toplanan bu kuruluş 4 Ekim’i Hayvanları Koruma Günü ilan etti.

İlk çağlarda insanlar, hayvanlardan korkuyorlardı. Hayvanlardan korunmak için evlerini dağların yamaçlarına, kayalıklara kuruyorlardı. Zamanla insanlar hayvanlara yaklaştılar. İnsanlar daha ilk çağda kedi, köpek, at, koyun, sığır, keçi gibi hayvanları evcilleştirdiler. Evcilleşen hayvanlar, insanların yardımcısı oldu. Pek çok kitapta, filmlerde, sahipleri için canını veren hayvan öykülerini okur, izleriz. Hayvanların sahiplerine bağlılıkları, hayvan sevgisinin doğup büyümesine yardımcı oldu. Hayvanları seven insanlar, hayvan hastalıklarını iyileştirmek için çalıştılar. Bugün uygar ülkelerde hayvan hastaneleri kurulmuştur. Veterinerler hayvan hastalıklarını belirleyip iyileştiriyorlar. Hayvan hastalıklarına karşı önlem alınıyor. Hayvanları hastalıklardan korumak için aşı yapılıyor.

Başlıca besinlerimiz olan et, süt, yumurta, yağ hayvanlardan sağlanır. Giyeceklerimizin bir bölümü de hayvanların derisinden, yün ve tüylerinden yapılır. İnsan sağlığı için gerekli olan aşı ve serumun yapılmasında da hayvanlardan yararlanılır.

Kafesteki kanaryanın ötüşünü dinlemek, akvaryumdaki balıkları seyretmek bizi dinlendirir. Çiçekten çiçeğe, ağaçtan ağaca dolaşan böcekler, bitkilerin çoğalma olayına yardımcı olur. Çevremizdeki hayvanlardan doğrudan doğruya veya dolaylı olarak yararlanıyoruz. Kuşkusuz akrep, yılan gibi zararlı hayvanlar da vardır. Bu zehirli hayvanlardan kendimizi korumalıyız.

Hayvanları sevenler, insanları daha içten severler. Hayvan dostları mutlu olmayı sevgide ararlar. Hayvanları koruyalım. Hayvanlara eziyet etmeyelim. Hayvanları sevelim. Onlara yardımcı olalım. Hayvanları Koruma Günü’nde öğrendiklerimizi yaşam boyu uygulayalım.

Kelebekler´de yok olma tehlikesi altında…

Kelebek1Hep arıların yok olmasından söz ediliyordu.  Şimdi de kelebek soykırımı geldi gündeme.  Anlaşıldığına göre Avrupa’da son yirmi yıl içinde kelebek nüfusu yarı yarıya azalmış.  Bunu söyleyen Avrupa Çevre Ajansı (EEA).  Kurumun 23 Temmuzda yayımladığı rapor alarm zilini çalıyor.  Bu rapor on yıl boyunca sürdürülmüş bir araştırmanın sonucu.  Çalışma 19 ülkede yaşayan 17 kelebek türünü izlemiş.

Çalışma saptamış ki, bu türlerden yarısının nüfusu ciddi olarak azalıyor.  Hele içlerinden biri neredeyse yok oluyor.  O kadar ki, Uluslararası Doğa Koruma Birliği (IUCN) bunlardan bazılarını yok olma tehlikesi içindeki yaratıkları gösteren Kırmızı Listesi’ne almış durumda.kelebek7

Bu gelişmenin kaynağında ne var?  Arı soykırımı için geçerli olan nedenlerin çoğu.  Her kelebek türünün kendine özgü bir ortamı var.  Belirli bir bitki çeşidine bağlı yaşıyorlar.  Besinlerini o bitkiden elde ediyorlar.  Bir yöreden o bitki yok olursa kelebek beslenemez oluyor, çoğalamıyor ve ölüp gidiyor.  Tabii, yoğun endüstriyel tarımın ve aşırı ilaçlamanın önemli etkileri var.  Ayrıca kentleşme ve benzeri arazi kullanımındaki değişimler de rol oynuyor.  Bu yüzden çoğu kelebek yol kenarlarında ya da kentlerin parklarında bulabildiği yiyeceklerle yetiniyor.

kelebek3Unutmamak gerekiyor ki, kelebekler de, arılar gibi, çiçektozu taşıyarak bitkilerin döllenmesine yardımcı oluyorlar.  Bu düşünceden hareketle, Avrupa Birliği uyguladığı tarım politikasında ekosistemleri kollayıp koruyacak önlemler getirmeye çalışıyor.  Ancak şimdiye kadar önerilen yaklaşımlar fazla etkili olmadı.  Kelebek soykırımı sürüp gidiyor.

Fotograflar: M. Ali Yaşar

Kaynak:http://ekogazete.wordpress.com/2013/07/28/ne-oldu-kelebeklere/

Munzur Vadisinden ve Gözelerinden Muhteşem Kareler

Munzur_GoezeTunceli-Ovacık arasında uzanan Munzur Vadisi’nde, 42.000 Hektarlık bir alan 1971 yılında Milli Park olarak ilan edilmiştir. Türkiye’nin en büyük milli parklarından biri olan “Munzur Vadisi Milli Parkı”, Tunceli kent merkezine 8 Km. uzaklıkta başlayıp, vadi boyunca Munzur Dağlarına kadar uzanmaktadır. Kuzeyde 3300 metreye kadar yükselen Munzur Dağları, Mercan ve Munzur Suyu vadileri tarafından parçalanmıştır.Bu bölgenin milli park olarak ilan edilmesinde etken olan veriler, başta akarsu kaynakları ve gözeler olmak üzere zengin doğal veriler, endemik bitki türleri ve yöreye özgü hayvan türleri ile zenginleşen bitki örtüsü ve yaban hayvan varlığıdır. . Milli parkın kuzeyinde, Munzur Dağlarının üzerinde 2000-3000 metrelik zirvelerde yer alan krater gölleri, Ovacık düzlüğünde kaynayan gözeler ve kanyonlar ile vadi boyunca dökülen şelaleler parkın doğal değerlerini zenginleştirmektedir. Munzur Vadisi, Tunceli ilinde bulunan vadi. Tunceli’nin Ovacık ilçesi Munzur Gözelerinden doğan Munzur Çayının, sarp vadileri aşarak aktığı çığırları kapsamaktadır. Yaklaşık olarak 1518 çeşit bitkiye evsahipliği yapmaktadır ve bunlardan 43 tanesi sadece bu bölgede bulunan endemik bitkilerdir.

Hayvan varlığı açısından da oldukça zengindir. Munzur ve Mercan sularında kırmızı pullu alabalıklar bulunmaktadır. Başta ayı, kurt, tilki, vaşak, su samuru, yaban domuzu, tavşan, sincap, sansar, çengelboynuzlu dağ keçisi keklik, çil keklik, bıldırcın, toy, üveyik, tahtalı güvercin, akbaba, kaya kartalı, turna olmak üzere onlarca memeli, kuş ve sürüngene evsahipliği yapar. Dağlar sık meşe ormanları ile kaplıdır. 2500 metreden sonrası çıplak kayalıktır. Bu nedenle Mercan bölgesinde kaya tırmanışı yapılabilmektedir.

Vadide meşe dışında; huş, dişbudak, çınar, kızılağaç, kavak gibi çeşitli ağaçlar mevcuttur. Tunceli-Ovacık karayolu vadiden geçmektedir ve sarp vadi içinde oldukça güzel görüntüler sergilemektedir. Munzur Çayı üzerinde yapımına başlanan ve planlanan 8 adet baraj, adı Milli Park olan bu coğrafyanın kaybedilmesine yol açacak ve hem insanlar hem de bölge flora ve faunası bundan geri dönülemez zararlar görecektir.

Kaynak: Vikipedi

Munzur Vadisinden ve Gözelerinden Kareler:

Munzur Vadisinden ve Gözelerinden Muhtesem Kareler

Sivas-Imranlı´ya bağlı olan Koçgediği (Gilicek) Köyü ve Çengelli Dağında rastlanan Bitki Türleri

gelincikSivas Imranlı Karasal iklim ve Step iklimi arasında geçiş özelliği taşıyan bir iklim yapısına sahip olan İmranlı ilçesinin mevsimsel sıcaklıkları çok fazla çeşitlilik göstermektedir. Bu çeşitlilikte Akdeniz, İç Anadolu bölgesi ve Doğu Anadolu Bölgelerinin kesişme noktasında bulunmasıdır. İmranlı ilçesinin kuzeyinde bulunan Kızıldağ’a bakan bölümü yılın 9 ayını soğuk geçirirken sade 3 ay bahar ikliminin özelliklerini göstermektedir. İlçenin Çengelli Dağı bölümünde olan kısmı ise diğer bölgelere göre daha ılık geçmekte ve tarıma daha elverişli bir iklim göstermektedir. Kış aylarının soğuk ve yağışlı, yaz aylarının sıcak ve kurak geçtiği ilçede Bahar dönemleri yağışlı ve ılık geçmektedir. Bitki örtüsü açısından step alanları yaygındır, step alanların çok olması tarıma elverişliliği arttırır. İklim şartlarının ağrı olması nedeni ile ağaç kültürleri arasında kavak ve söğüt ağacı dışında başka tür yetişmemektedir. Tarım dışında Arıcılık gelişmiştir. İmranlı ilçesinde bulunan Acıdere Irmağı çevresinde yapılan arıcılık sonucu elde edilen ballar Türkiye’de oldukça rağbet gören bal türüdür.

Haziran 2013´te Sivas-Imranlı´ya bağlı olan Koçgediği (Gilicek) Köyü ve Çengelli Dağında rastladığım Bitki türlerinden görüntüler:

Sivas-Imranli´ya bagli olan Kocgedigi (Gilicek) Köyü ve Çengelli Daginda rastlanan Bitki Türleri

 

Gezi Parkı ve Dünya Çevre Günü

Gezi_coep_topla_4Günlerden beri devam eden Gezi Parkı direnşi nedeniyle Taksim Meydanı kelimenin tam anlamı ile savaş alanına döndü. İki gün önce Polisilerin çekilmesi ile meydana giren kalabalık grup, sabaha kadar taksim meydanından ayrılmazken sabahın ilk ışıkları ile birlikte çevrede çöpleri toplamaya başladılar. Göstericiler, ellerine aldıkları çöp poşetleri ile atılan şişeleri ve çöpleri tek tek topladı. Belediye ekiplerinin gelmesini beklemeden çöpleri toplayan göstericiler, meydanı büyük ölçüde temizledi.  Yaptıkları bu temizleme eylemiyle çevremize ne kadar duyarlı olduklarını tekrar Recep Tayyip Erdoğa´ne gösterdiler.  

Burada direnen insanların başlatıkları ve tüm Türkiye’ye hatta yurtdışına yayılan büyük direnç bardağı taşıran son damla olsa da, onların ana amaçları beliydi:

Onların amacı sadece Gezi Parkı´nda bulunan ağaçları kestirmemekti; Çünkü onların amacı yaşadıkları doğaya sahip çıkmaktı; Çünkü onların amacı gelecek nesile yeşil bir dünya bırakmaktı; Çünkü onların amacı parkta yaşayan diğer canlıları korumaktı; Çünkü onların amacı Devletin uygulaması gerekeni uygulamaktı, yani çevremizi korumaktı; Çünkü onların amacı Recep Tayyip Erdoğan’ın 3. Köprü’nün temel atma töreninde de Gezi Parkı’nda eylem yapanlar için ‘Ne yaparsanız yapın. Orası için karar verdik, uygulayacağız’ sözlerine karşı direnmekti.

Sevgili Çevreciler bugün 05. Haziran 2013 Dünya Çevre Günü

1972 yılında İsveç’in Stockholm kentinde yapılan Birleşmiş Milletler Çevre Konferansında alınan bir kararla, 5 Haziran günü Dünya Çevre Günü olarak kabul edildi.

Haziran ayının ikinci haftası ile başlayan haftayı, okullarımızda Çevre Koruma Haftası olarak kutlamaktayız. Sanayileşme ve kentlerdeki nüfus yoğunlukları, çevre sorunlarının artmasına sebep olmuştur. Bütün ülkelerin ortak sorunu haline gelen çevre kirlenmesi, günümüzde insan sağlığını tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Ölümlere sebep olan solunum yolu hastalıklarının çoğu hava kirliliği sonucunda oluşmaktadır. Balıklar, çevre kirlenmesinden en çok zarar gören canlıların başında gelir.

Sanayi artıkları, spreyler, yakıtlarla ortaya çıkan gazlar, dumanlar, petrol ve ilaç atıkları, plastik ürünler, suni gübreler ve çöpler çevre kirlenmesine sebep olan en önemli etmenlerdir.

Çevre kirlenmesini, insanın doğaya verdiği zarar olarak da tanımlayabiliriz. Doğanın korunması ve tahribatının engellenmesi zorunludur. Gelecek nesillere iyi bir çevre bırakmak için kirlenmeleri mutlaka önlemek, yeşil alanları ve hayvanları koruyup çoğaltmak gerekir. Bilinçsizce sağa sola attığımız plastik ürünlerin doğada 400 yıl kadar çürümeden kalabildiğini söylersek, karşı karşıya kaldığımız tehlikenin boyutlarını biraz olsun anlayabiliriz. Çevrenin kirlenmesini önlemek için üzerimize düşen görevleri mutlaka yapmalıyız.

Lütfen Çevremize Gezi Parkı direnişini başlatan gençlerimiz gibi duyarlı olalım; onu koruyalım ve gelecek nesillere yaşanılabilir bir dünya bırakalım.

Dünya Çevre Gününüz kutlu olsun…

Gezi Parkında Çöp Toplama eğleminden görüntüler:

Gezi_coep_topla_1  Gezi_coep_topla_2 Gezi_coep_topla_4 Gezi_coep_topla_5 Gezi_coep_topla_6 Gezi_coep_topla_7 Gezi_coep_topla_8 Gezi_coep_topla_9 Gezi_coep_topla_10 Gezi_coep_topla_11 Gezi_coep_topla_13        Gezi_coep_topla_3         Gezi_coep_topla_12

Orman Yangın Sezonu

orman yanginiOrmanlarımıza; Oksijen Fabrikası, Doğal hava filtresi, İklim düzenleyicisi, Erozyonun freni isimlerini yakıştırıyoruz. Her yıl olduğu gibi yılda yaz sezonunda, gazete, televizyon ve radyolarda bu isimler için yer verilen başlıklar birbirine çok benziyor: “Ciğerimiz yanıyor.” İşte bu kadar değerli ormanlarımızın insan eliyle her yıl binlerce hektarı yanmakta veya yakılmaktadır. Bu yangınların %99′u insanların ihmal ve tedbirsizliklerinden  kaynaklanırken sadece %1´i doğal afetlerden kaynaklanıyor. Orman yangınları ile birlikte içindeki bitki ve hayvan toplulukları da kısmen veya tamamen yanarak yok olmaktadır.

Okumaya devam et “Orman Yangın Sezonu”